Bana armağan edilen ilk kitap, saman kağıdına basılmış, el ilânı büyüklüğünde resimli bir masal kitabıydı. Kısacık, tek bir masaldan ibaretti. Onu bir Anadolu kentinden diğerine taşındığımız yolculukların birinde yitirdim. Geçen zaman da, masalımı hafızamdan yavaş yavaş sildi. Sonraları, bölük pörçük anımsadıklarımla o masalın izini sürdüm; ama hâlâ bulabilmiş değilim. Yazma hevesine ilk kapıldığımda, siftahı masalla yapmak istememin nedeni bu kayıp olabilir mi acaba?
Masalların geçtiği zaman ve yerin belli olmadığını; öğüt vermek, yol göstermek, eğlendirmek için anlatıldıklarını; bir takım hayalî varlıklara yer verdiklerini öğrenmiştim. Kendi masalımı da bu tanımlamadan yola çıkarak yazmaya çalışmıştım. Ancak zamanla, değişik kültürlerin masallarını okudukça, her yerde karşıma çıkan bu tanımın, derinlikten ve masalların ruhunu anlamaktan ne denli uzak olduğunun; masal yazmak için de iyi bir kılavuz olmadığının ayırdına vardım. Çünkü okuduğum her masalda, her coğrafyanın kendi masal âlemini yarattığını; bir halkı kendi yarattığı masallarla tanımaya çalışmanın, ona dokunarak tanımakla eş değer olduğunu gördüm. Feyza Zaim’in çevirip derlediği Ermeni Masalları’yla tanışmam, bu olgunlukta bir masal okuru olmaya çalıştığım zamanlara denk geldi.
Kitapta yer alan on dört masaldan yola çıkarak kesin bir kanıya varmak doğru olmasa da, Ermeni masallarının, sözünü ettiğim bildik masal tanımının dışında olduğunu düşündüm. Olağanüstü varlıklar bu masallarda da yer alıyor; ama, örneğin “Topal ile Dev” masalında olduğu gibi, herkesi tir tir titreten bir dev, bir bacağı topal olan ve bu görüntüsüyle yenilmezliği çağrıştırmayan masal kahramanı tarafından korkutulduğu için kaçıyor. Topal bir de, çocuklarını teskin etmek için, Anadolu bilgelerine özgü bir öngörüyle dev hakkında “Sizi bu kadar korkuttuğuna göre çok kötü yürekli. Kötüler korkak olur.” deyiveriyor. Masalın sonunda hem ailesine hem de biz okurlara, korkakların en iyi yaptığı şeyin başkalarını korkutmak olduğunu da ispatlıyor böylece.
Padişahlar, prensesler, prensler alışılmışın dışında özellikler taşıyabiliyorlar bu masallarda. Örneğin, tembelliği yüzünden dışlanan kişi, basit bir köylü ya da Keloğlan değil de, bir prens olabiliyor. Bu prensten, saraylarda yaşayıp havuz başlarında zaman geçirmesi değil dışarıda bir iş tutması ya da ev işlerinde eşine yardım etmesi beklenebiliyor. Kurnazlıkla işini yoluna sokmak değil, çalışkanlık yüceltiliyor bu masallarda. Hâl böyle olunca tarlada çalışan sıradan köylüler, karşımıza masal kahramanı olarak çıkabiliyor. Çalışmayı, dürüstlüğü, sorunları akıl yoluyla çözmeyi, doğadaki farklı canlıların yardımlaşma ve dayanışma içinde olması gerektiğini, yüksek bir tonla dikte etmiyor Ermeni masalları. Bu erdemleri taşıyan sıradan kişilerin masal kahramanı olarak karşımıza çıktığı hikâyelerle yüzyılların bilgeliğini aktarıyor.
Kitapta yer alan masallarda, karşımıza en sık çıkan temanın gurbetlik olduğunu söyleyebiliriz. “Nerso” adlı masalda, sefaletten kaçıp hamallık yapmak için İstanbul’da bir hanın bodrum katına sığınan gençlerden söz ediliyor. “Elmas İşlemeli Gömlek”, “Haçını Sırtında Taşıyan Çocuk”, “Kâhin Uçurtma”, “Sandıktaki Kız”, “Sular Sultanı” masallarında da yine “göç” olgusuyla karşılaşıyoruz. Masal kahramanları kimi zaman, “Kâhin Uçurtma” masalında olduğu gibi, vatanlarından istemeden kopuyor kimi zamansa geçim derdi ya da kısmet aramak için yaşadıkları yerden ayrılmak zorunda kalıyorlar.
“Pensé” (Düşünce) lakaplı Sahag Movsisyan (1867-1939), 20. yüzyılın başında, Muş vilâyetinde masal derlemeleri yapmış. Köy köy dolaşarak dinlediği masalları, özgün biçimlerine sadık kalarak yazıya dökmüş. Kitabın girişinde, masalların bir kısmının onun derlemesi olduğu bilgisi yer alıyor; ancak bu masalların, hangileri olduğu belirtilmemiş. Bunlar dışında, “Sular Sultanı”nın ünlü masalcı Hagop Hatloyan, “Toprağın Gücü”nün de Sarkis Seropyan tarafından aktarıldığı belirtilmiş.
Masallardan yola çıkarak Anadolu Ermenilerinin sözlü edebiyat geleneğine, sosyal yapılarına, yaşadıkları coğrafyadaki etkinliklerine, sahip oldukları değerlere ilişkin daha çok şey söylenebilir. Ben, Ermeni Masalları’na ilişkin son bir gözlemimi dile getirmek istiyorum. Kardeşlik, bu masalların içinden bütün sıcaklığı ve samimiyetiyle gülümsüyor. Kitaptaki ilk masal olan “Aslanzade ve Zanpolate” adlı masalda, aslanlar tarafından yetiştirilen Aslanzade, kralın oğlu Joseph tarafından öz kardeş gibi sevilip kollanıyor. Aslanzade de onun için binbir türlü tehlikeyi göze alıyor. Yine “Nerso” masalında, ağabeyleri tarafından dışlanan ve göç etmek zorunda kalan Nerso, ölüm acısından daha derin bir acı yaşıyor. Kardeşlerini sürgün eden ağabeyler de bir türlü iflâh olmuyorlar. Kardeşe arka çıkmak, ona ihanet etmemek, tüm canlılarla kardeşlik bağı kurabilmek gibi değerleri, gelecek çağların acılarını da tahmin edebilen bir bilgenin erdemiyle taşıyor Ermeni masalları. Belki asırlar sonra, sırtından vurulan bir kardeşin acısını duyanlara deva olur; kardeşine arka çıkacaklara kılavuzluk eder diyedir, kim bilir.
Notlar:
Bu yazı Agos gazetesi Kitap ekinin Şubat 2012 sayısında yayımlanmıştır.