Bilen bilir, bizim çocuk edebiyatımız uzunca bir dönem, yetişkinler için yazılan kitapların, çocuklar için yalınlaştırılması yöntemine bel bağladı. Bu durum, yeterince çeviri örneğinin olmaması; okul işlevi görecek bir birikimden yoksunluk gibi nedenlerle olağandır aslında. Ayrıca yetişkinler için yazılmış kimi ürünler, çocukların ilgisini çekecek kadar renkli de olabiliyor. Benim eleştirdiğim, tahminimce kolay bir yöntem olarak görüldüğünden, olur olmaz her yapıtın, çocuk edebiyatına da dahil ediliverilmesi. Üstelik yalınlaştırılarak değil “seyreltilerek”. Sınırlı sayıdaki başarılı çalışmaya sözüm yok. Bu nitelikte bir yalınlaştırma örneğine rastladım geçenlerde. Refik Durbaş’ın, Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”sinden yaptığı derleme tam da sözünü ettiğim gibi bir çalışma.
Gelelim kitabımıza... Yedi İklim Dört Bucak’ta sekiz tane öykü yer alıyor. Ben en çok kitaptaki ilk öykü olan “Kuşbazlar”ı seveceğimi düşünürken kitabın sonuna geldiğimde sekiz öykü arasında ayrım yapamadığımı fark ettim. Yazar seçim yaparken hangi ölçütleri göz önünde bulundurdu, bilemiyoruz. Evliya Çelebi’nin gördüklerini ve kaleme aldıklarını elemek kolay olmasa gerek. Ancak son derece keyifle okunan, çocuklara yetişkin oldukları zaman da “Seyahatname”yi merak ettirecek bir derleme olmuş. Durbaş, öyküleri yalınlaştırırken anlatının özgün dokusunu zedelememeye özen göstermiş. Böylece Evliya Çelebi’nin gözlemlerini, onun yalın anlatımıyla okumak olanağını vermiş çocuklara. Yoksa Evliya Çelebi’nin ne düşündüğünü, nasıl gördüğünü bilmeden, Seyahatname’den keyif almak ne mümkün?
Kitabı okuduktan sonra Seyahatname’nin yalınlaştırılmasının, çocuk edebiyatı için bir kazanım olduğunu düşündüm. Her ne kadar okul kitaplarında, öteden beri “Seyahatname”den yapılan alıntılara yer verilse de çocuklar, gezi yazısı okumak istediklerinde ellerinin altında bulunacak bir kaynağın olması güzel. Bu kaynağın “Seyahatname” olmasını da önemsiyorum; çünkü Evliya Çelebi’nin farklı kentlere ve kültürlere ilişkin gözlemleri, tarihe ışık tutuyor. Tarih kitaplarında genellikle siyasi ve askeri geçmişleriyle anlatılan yerler, onun yazdıklarında günlük hayatın canlılığıyla var oluyor. Bir zamanlar İstanbul’un Galata ve Kasımpaşa semtlerinde yaşayan deniz dalgıçlarını, becerikli bir hekim olan Abdal Han’ı, Acem ülkesinde ün salmış Zengüzer Pehlivan’ı onun anlattıklarından öğreniyoruz. Eleştirel bir bakış açısıyla anlatıyor onları Evliya Çelebi. Anlamaya, görmeye çalışan, insanların arasına karışan, onların anlattıklarını önemseyen, onları eleştiren ama asla tepeden bakmayan, yabancılaştırmayan bir bakış açısı. Kusur gördüğünde söylemekten geri durmuyor; maharet gördüğünde de öve öve bitiremiyor. Bir örnekle pekiştirmek yerinde olur: Abdal Han öyle becerikli bir hekimdir ki, Hipokrat, Sokrat gibi bilgeler onun yanında hiç kalır.” Hekimi böyle överken diğerlerinin hakkını vermeden geçmiyor: “Çünkü onlar kendi zamanlarına göre bilgeymişler.” (s.53)
Onun bu abartılı övgülerinin ve kimi betimlemelerinin, yazdıklarını çocuklar tarafından daha hevesle okunur kıldığı görüşündeyim. “Çünkü filler her gün yüzer deve yükü ot yerlerdi ve Nil Irmağı’nın yarısı kadar su içerlerdi.” (s.33) Böyle anlatılan bir canlı, bir çocuğun gözünde nasıl canlanır, nasıl merak uyandırıcı olur, varın siz düşünün. Bu merak, o çocuk başka bir çağın yetişkini olduğunda Evliya Çelebi’nin gezdiği yerleri gezmesinin, onun gibi, gördüklerini kaleme almasının vesilesi olabilir mi, kim bilir?
Öte yandan Evliya Çelebi’nin edebiyat tarihimizin ilk gezi yazarlarından olması, onun okul kitaplarına girme nedenlerinden ilkidir diyebiliriz. Bunu bilmek yararlıdır; bilmemekse bence ayıp değildir. Nasıl olsa Evliya Çelebi’ye ilişkin sadece bundan haberdar bir eğitmen, çocuklara bunu, okul yaşantıları boyunca anımsatıp duracak.